エピソード
-
Çocukken en çok istediğimiz şey büyümekti ama büyüdüğümüzde yaşadığımız hayal kırıklıklarının ağırlığında ezilerek yaşıyoruz hayatlarımızı. Bu yüzden de yetişkin bedenine hapsolmuş küçük çocuklar gibiyiz. Ne çocuğuz ne yetişkin olabildik. Hayatın ve hikayelerin içine sıkıştık kaldık. Ama insanın kendi hikayesini yaratabilmesinin yolu, çocukluğundan getirdiği hikayeleri de geride bırakmak ve tüm o geçmişin ağırlığından özgürleşmek. Bunun için geçmişin yasını tutmamız gerekiyor. En azından benim kendi hikayemde farkına vardığım anlam bu oldu. Ve tek başıma, başımın çaresine bakabilmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Çocukluk çağını romantize edip durdukça gerçekliğe körleşip ezbere yaşamlarda sürüklenmeye devam ediyoruz çünkü. Böylelikle "istismar" ediyoruz kendimizi ve başkalarının da bunu bize yapmasını izin vermeyi sürdürüyoruz hiç farkında olmadan.
Bu bölüm, derin ve ağır bir hikayeden oluştu. Keşke başıma (birçoğumuzun başına) gelmeseydi ve bunlar yaşanmamış olsaydı, ama geçmişi değiştiremeyiz. Bugünlere taşıdığımız bu çöküşle mücadele etmenin yollarını bulmalıyız yeni anlamlar inşa edip yeni hikayeleri birlikte yaratarak.
*Tetikleyici olabilir bu bölüm. Bunun için uyarmak zorundayım. Ama ben utanmıyorum. mağduru olduğum hikayenin suçlusu olmadığımı ifade ederek, bunları yaşayan tüm kadınlara, çocuklara ve hayvanlara, doğaya ithafen; gerçek suçlulara boyun eğmemiz gerektiğini yine yüksek sesle söylüyorum. Elimden geldiği kadar.
Bu bölüm Heltia #işbirliği ile yapıldı.
Uygulama indirme linki: https://heltia.go.link/?adj_t=1dxl74f5_1d84ywe3
İndirim Kodu: BBG10 (1 ay boyunca geçerli %10 indirim)
Bahsettiğim diğer kaynaklar:
instagram: psikoekol hesabı
Hillary L. McBride: Anneler, Kızları ve Beden Algısı
instagram: kiz_basina adlı hesap (toplumsal cinsiyet ve feminizm kapsamında paylaşımları aydınlatıcı bir hesap)
ek olarak şu paylaşımı önemsiyorum: https://www.instagram.com/p/C_3Xy6JIEB3/?igsh=a3hmNjFieDU4NnBn
Aynı hesabın TÜİK verilerine ilişkin paylaşımında gördüm, derli toplu bilgi olabilmesi için onu da paylaşıyorum: https://www.instagram.com/p/C_LZaArIq4M/?igsh=MWdpYm1lems4c3hnOQ==
*2016 itibariyle (bölümde söylediğim gibi) TÜİK kamuya veri paylaşımını durdurmuş. Bu konu veri olmadığından mı paylaşılmıyor yani zaten takip mi edilmiyor yoksa durumun vehameti mi örtbas ediliyor, büyük bir soru işareti.
Yeni bölüm ne zaman gelir bilmiyorum, ama ben kendi tonumda devam etmeye hazır olduğumda görüşmek üzere :)
-
"İstek değil ihtiyaç" söylemiyle yola çıkmıştım bu konuyu konuşmak istediğimi ilk farkettiğimde ama zaman içinde bunu eleştiren başka bir bakış açısı edindim. Çünkü farkettim ki isteklerimin aslında karşılanması zorunlu olan ihtiyaçlar olduğunu söylemek ve kendimi bu konuda açıklamak zorunda bırakmak, kendimi ve kendimi yaratma yolculuğumu sabote eden çok önemli bir ayıntıymış.
Nasıl mı? Bu bölüm, son dönemlerdeki yaşantılarımdan biriktirdiğim hikayeler üzerinden bunu anlattım.
Evet, podcast bölümlerinin aralığı uzadı son zamanlarda ama bunu ve diğer birçok şeyi de açıkladım bölümde. Yeni sezonla yeni bakış açıları ve yeni kararla devam ediyoruz ama öncekilerin üzerine koyarak ilerliyoruz, "büyüyoruz" gibi düşünelim bunu :)
Bana bu farkındalık ve bununla beraber aldığım kararlar (ve bunları uygulamaya geçmek) çok iyi geldi, umarım sana da bu bölümü dinlemek iyi gelir ve başka bir açıdan yaratabilirsin hayatını.
Heltia #işbirliği ile hazırladığım bu bölümün detayları:
Uygulama linki: https://heltia.go.link?adj_t=1dxl74f5_1d84ywe3
İndirim kodu: BBG10 (1 ay boyunca geçerli %10 indirim)
Dinledikten ve sindirdikten sonra yorumlarını beklemeye ve sonraki bölümde anlatacaklarımın demlenmesine alan açmaya çekiliyorum ben şimdilik.
İsteklerini sev, onları koru ve kendine iyi bak! Sonraki bölümde görüşürüz :)
-
エピソードを見逃しましたか?
-
Hayatın içindeki en anlamsız şeylerin haddinden çok değerle işaretlenmesi, her şey için hiç hak etmedikleri kadar çaba göstermek zorunda kalmamızla sonuçlandı. Böylelikle gerçekten değeri olan şeyler için çaba harcamamızın gereksizleştirilmesi gibi bir gündelik gerçekliğin içine sıkıştık. Renklerin ve güzelliğin olmadığı, güzel olanın “idealize edilmiş olan”la örtüştürüldüğü ve bunun dışında kalan her şeyin de ötekileştiği, değersizleştirildiği bir yaşam tarzı çıktı ortaya. Nereden baksan tatsız, nereden baksan anlamsız…
Önceki bölümün devamı olarak “güzellik” hakkında konuşuyoruz bu bölüm. Benim tarafım belli: Çabasız güzellik olmaz, plastik güzellik bir illüzyon. Siz ne dersiniz? Buyrun sohbete!
Bölümün sponsoru Heltia’ya teşekkür ediyorum.
Uygulama linki: https://heltia.go.link?adj_t=1dxl74f5_1d84ywe3
İndirim kodu: BBG10
**not: bölümü dinlerken umarım arkadan gelen çocuk ve bilimum gündelik ses rahatsızlık verici bir etki yaratmamıştır. Elimden geleni yaptım, tüm tuşlara bastım ama en fazla bu kadar temizleyebildim gürültüyü.. bunun için kusura bakmayın 🥲 -
Linçse linç yahu yetti canıma, diyerek ve kanalın adının da dibine kadar hakkını vererek tüm küstahlığımla konuştuğum, ilk defa bu kadar filtresiz ve kendime "kadın olmak" tanımları üzerinden otosansür uygulamak zorunda kalmadan, kendimi buna zorlamadan hazırladığım bir bölüm oldu.
Çünkü içim şişti artık saklanarak yaşamaktan. Ama hiç utanmıyorum. Artık utanmıyorum. Bana ait olmayan, sırf kadın bedeniyle dünyaya gelmiş olmam ve ataerkil kodlar yüzünden sanki hep kusurlu, ayıplı, utanılacak bir bedenle yaşıyormuşum gibi hissettiren, sorumlusu-suçlusu olmadığım bir utancı taşımayı reddediyorum artık. Kendim olarak, cesurca ve özgürce yaşamak konusundaki ısrarımı da sürdüreceğim.
Bu bölümü dinleyen her kadının "öyle ya da böyle" kendi hikayesinde karşılıklarını bulabileceklerini çok iyi biliyorum, bir kadın olarak ben de bunları yaşadığım için. Ama sindirmesi ve insanın kendine ifade etmesi, yüzleşmesi zor olan epey de rahatsız edici konular bunlar.
Bölümde açıkladığım üzere, kimseyi incitmek gibi bir niyetim olmamakla birlikte politik doğruculuğa sığınarak apaçık önümüzde duran bir gerçekliği de inkar etmeyeceğim. Etmedim de. Ama farkında olmadan, niyetim bu olmasa da tek bir kadının dahi ruhunu incittiysem özür dilerim.
En derinlerde eleştirdiğim şey "kadının kadına düşmanlığı" söylemlerinin de nedeninin ataerkinin bizzat kendisi oluşuydu. Bunun bağlamından koparılarak başka bir yöne çekilmesi ve yanlış anlaşılması en son isteyeceğim şey. Fakat, yine de elimden geldiğince kendim kalarak kendimi ifade ettim ve tüm hayatımı adadığım tek büyük mücadelem, feminist mücadele adına yaptım bunu.
Umarım böyle de karşılık bulur. Linç yerine destek görürüm canım kadınlardan. Çünkü "Kadın kadının düşmanı falan değil, yurdudur". -
İnsan kendi yolunda yürürken, yolda karşılaştıklarının büyüsüne kapılarak, anlam ve amaç duygusunu yitirebiliyor bazen. Yani anlamların bulanıklaşınca yolda bulduğun araçların kölesi olabiliyorsun, hiç farkında olmadan. Ama yola çıkmak demek, yola neden çıktığını da arada kendine hatırlatmayı gerektiriyormuş. Ben uzunca bir süredir kendi yolumda yürüyorum, kendi özgürleşme yolculuğumda kendi hikayemi yazıyorum. Ama yolda karşıma çıkanların büyüsüne kapılıp rotamdan sapmaya başladığımı farkettiğim bir anda, durdum ve kendime şunu söyledim: Bu yola neden çıktığını unutma!
Sahi, bir insan neden yola çıkar? Her şey yerli yerindeyken, durup dururken rahatını bozmaz insan. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardır ve onları yoluna koymak için yola çıkmak zorunda kalmıştır. İşte bu bölüm, bunlar hakkında konuşuyoruz.
Ve tabii benim yolda karşılaştıklarımın etkisiyle anlam ve değerlerimin çarpışmasıyla ilgili hikayelerimden farkındalıklarımdan şekil alıyor serüven.
Bu arada, sağlam felsefe yapıyoruz bu bölüm aynı zamanda. Ve öyle gelişine vurup serbest atış yapıyorum ki.. ben anlatırken çok keyif aldım, umarım siz de dinlerken aynı hissi paylaşırsınız. Yorumlarınızı bekliyorum bu konuda :)
Bu arada, bölümün sponsoru olan Heltia'ya bu #işbirliği için öncelikle bir teşekkür bırakıyorum ve bölümde sözünü ettiğim linkleri de ekleyeyim.
Belirsizlik Kaygısı https://www.getheltia.com/blog/belirsizlik-kaygisi-nedir-neden-olur
Uygulama indirme linki: https://heltia.go.link?adj_t=1dxl74f5_1d84ywe3
İndirim kodu: BBG10
Bölümde sözünü ettiğim ve hatta kitabı açıp direkt okuduğum kaynak: Simone de Beauvoir, Müphemlik Ahlakı Üzerine: Pirus ve Sineas
Muhteşor bir kitap bir daha söylemek istiyorum.
Montaigne Denemeler
Ve Albert Camus ve Nietzsche'den karma alıntılarımız da bölümde mevcuttur.
Bu bölümün sizde ne hissettirdiğini merak ediyor ve dönüşlerinizi bekliyorum. Görüşmek üzere :)
-
Uzunca emekler verip kendiniz için iyi, güzel ve anlamlı, değerli şeyler ortaya koyduktan sonra, bir anda durup dururken kendinizi sabote ettiğiniz anlarınız oldu mu sizin de? İşler iyiye gidiyor bile olsa, değişim bizi kaygılandırır, çünkü değişmek demek, nereye doğru evrileceğimizi tahmin etsek de kesin olarak bilgisine sahip olamadığımız kaygan bir zeminde hareket etmek demek. Bu belirsizlik yüzünden hiç kendimize çaktırmadan kendi elimizle inşa ettiğimiz tüm iyi, güzel, değerli şeyleri yine kendi elimizle yok edebiliyoruz ne yazık ki... Eğer siz de böyle sorunlar yaşıyorsanız, varoluş dansıma eşlik etmeye davet ediyorum sizi bu bölümde. Çünkü varolmak, ipin üzerinde yürürken müziği kesmeden dansı sürdürebilmek demek.
Yani aslında, özgürlüğün baş dönmesini konuşuyoruz. Kendi özgürleşme yolculuğumuzda hiç farkında olmadan tekrarladığımız otomatik davranışlarımız yüzünden sorumluluğumuzu almaktan kaçınma hikayelerimden ve bu farkındalıklar sonrası neşeyi nasıl yeniden yarattığımdan söz edeceğiz. Tabii arada hatalar ve sancılarla dolu bir süreç de var. Ne demiştik? Her şey karşıtıyla var :)
Bölümde sözünü ettiğim Erich Fromm kitabı, Özgürlükten Kaçış (The Fear of Freedom)
Yorumlarınızı bekliyorum. Sonraki bölümde görüşürüz :)
-
Çok çalışıp her şeyi halletmek, her şeyin üstesinden gelmek uğruna didinip durarak tüm hayatı yapılacaklar listesindeki görevler olarak yaşamaktan bıktıysanız SİZ DE BENİM GİBİ, bu bölüm size iyi gelecek, yaralarınızı saracak. Yani umarım :)
Yetersizlik hissiyle üzerime basan kaygı yüzünden, büyüdükçe neşesini yitiren, hayatın renkleri soluklaşan bir insana dönmüşüm öylece koşturup giderken. Ama bu böyle olmak zorunda değil. Büyümek, neşeyi kaygıya teslim etmek anlamına gelmiyor. Bunu değiştirmek de bizim elimizde aslında. Son bölümlerde "anlamaya çalışırken hayatı kaçırmak" konulu farkındalıklarımın başka açılardan nelere karşılık geldiğini konuşuyorduk. Bu bölüm ÇALIŞIRKEN HAYATI KAÇIRMAK ve iflah olmaz bir işkolik/kariyer manyağına dönüşmek ve bunun anlık farkındalıklarla nasıl çözümlenebileceğini konuşuyoruz.
Ve bu bölümün size extra sürprizleri de yok değil :)
Heltia uygulamasının sponsorluğunda hazırladığım bölüm için hem destek oldukları hem de sizlerin kullanımı için bize özel sağladıkları indirim kodu için ayrıca teşekkür ederim.
#işbirliği
Bölümde bahsettiğim Heltia'dan bulduğum 2 makalenin linki:
https://www.getheltia.com/blog/tukenmislik-sendromu-nedir
https://www.getheltia.com/blog/is-hayatinda-tukenmislik-sendromu
Heltia uygulamasını indirmek için link: https://heltia.go.link?adj_t=1dxl74f5_1d84ywe3
ve İNDİRİM KODU: BBG10
Bu bölüm benim için ayrıca özel bir yere sahip, dinleyince eminim anlayacaksınız. O yüzden dönüşlerinizi, yorumlarınızı, paylaşımlarınızı yani desteklerinizi her zamankinden daha çok görmek istiyorum :)
Sonraki bölümde görüşmek üzere :)
-
Tüm hayatı, olanı biteni anlamaya çalışırken hayatı kaçırdıysan bu bölüm sana iyi gelecek, yaralarını saracak :)
Çok sağlam bir özeleştiriyle, felsefeci kimliğimle benliğimi örtmemle yüzleştiğimi fark etmemi ve kendimi mağarada, etiketlerin arkasına saklayarak yaşadığımı anladım.
Önceki bölümde kendimi güvenli alan sandığım bir mağaraya kapatıp konfor alanına sıkışarak, camın arkasından hayatı izlediğimi ve hayatı anlamaya çalışırken tüm hayatı kaçırdığımı görmüştüm.
Bu bölüm, daha ağırıyla, kendi hikayemi yazmak için çıktığımı söylediğim yolda bile hep bildiğim yoldan gitmeye kendimi zorlamamla yüzleşiyoruz.
Ama yaşamak, hayatı hissetmek, kendimizi tanımladığımız o basmakalıp etiketlerden çok daha fazlası.
Ve yaşamadan anlaşılmıyor yaşamak.
Yaşamak lazım. Tıpkı bisiklete binmek gibi, düşmemek için dengede kalmak için hareket etmek lazım.
Uzun süredir farkına vardıklarımın altında eziliyordum, artık altında ezildiklerimden özgürleşip kendim olarak devam ediyorum yoluma. Yani daha fazla kendim olarak, diyelim. Ben, görünür kıldığımdan daha fazlasıymışım çünkü.
Bu bölüm itibariyle yenileniyoruz yani.. instagram'da da bunun yansımalarını görmeye başladınız aslında, ama henüz tam anlamıyla değil. Ama yakında :)
Keyifli dinlemeler diliyorum. Sonraki bölümde görüşmek üzere :)
-
Konfor alanı konusunda düşünüyorum bir süredir. Bu konfor alanı tam olarak neresi? Utancımızdan kaçtığımız mağaralarımızın konuyla kesinlikle bir ilişkisi olduğuna eminim.
Mağaraya kaçmak ve saklanmak istememizin nedeni, o utanç dolu bakışlardan korunmak ve "güvende hissetmek ihtiyacı", yani hayatta kalma dürtüsü. Ama ben bunca zaman boyunca, tüm bu yolculuk süresinde anladım ki tam da aynı sebepten o mağaradan çıkmam gerekiyor. Yani hayatta kalmayı sürdürebilmek için o mağaradan çıkmam lazım. Başka türlü özgürleşemem, yaşamı sürdüremem.
Neden mağara? Çünkü biz bu zamana kadar hep "zaman" üzerinden ilerledik, zamanı yanlış anladığımızı konuştuk. Ama zaman kadar önemli olan bir diğer kavram da "mekan". Mağara bizim kendiliğimizi inşa ettiğimiz başlıca kurucu unsurların diğer yüzü.
Ve ben kendimi steril, korunaklı, güvende olduğumu bildiğimden emin olduğum bir mekana, mağaraya kapatmışım aslında. Bununla yüzleşmek zordu, çünkü beni yaşatsın diye girdiğim mağaradan zamanı gelince çıkamasaydım eğer mağara bana mezar olurdu.
Ama ben başardım. Çıktım mağaramdan ve özgürleşmeye başladım. Ve tüm teorik bilmelerin dışında, bunu yaşayarak, yaşamla çarpışarak, karşılaşarak öğrendim.
Bölümde bahsettiğim kitap: Timur Harzadin-Yeniden Bağlanmak
İki şarkının adı geçiyor:
Emir Can İğrek, Sapa
Zeynep Casalini, Duvar
Bahsettiğim film de Eat, Pray, Love (Ye, Dua Et, Sev)
Bahsettiğim metaforlar ve alıntılarla ilgili kaynakları önceki bölümlerde defalarca kullandığım için artık onları eklemiyorum.
instagram'daki post, derken kastettiğim ise şuydu:
https://www.instagram.com/p/C7gzwxuNm7Y/?utm_source=ig_web_copy_link&igsh=MzRlODBiNWFlZA==
İBB Taş Mektep'teki (Büyükada) sergide karşılaştığım, Nihal Gündüz'ün Tekinsiz Mekanlar adlı çalışması.
Bölümü dinledikten sonra yazmanızı çok istiyorum. Öylesine değil, gerçekten size temas eden o kritik anlarıyla ve hikayelerinizle kesiştiği noktalarla sizden de duymak istiyorum. Henüz hazır değilseniz de hazır olduğunuzda yazın bana. Dediğim gibi, mesele bağ kurmak. Yalnız olmadığımızı hatırlamak. Kendimizi o mağaralardan çıkarmaya cesaretli adımlar atmak.
Ben başardım, başarıyorum daha doğrusu. Siz de bu "lezzet"i tadın, çok istiyorum.
Derin acılardan sonra emekle yaratılmış neşenin tadı başka hiçbir şeyde yok çünkü.
Sonraki bölümde görüşmek üzere,
Hoşçakalın :)
-
Plan yapmaya planları uygulamaktan daha fazla vakit ayırıp kendine planlama anksiyetesi hediye etmek ya da zamanı yönetemeyeceğimizi kabullenip, zamandaki varlığımıza yön vermeye çalışmayı seçmek. Evet, mesele bu.
Bu bölüm konumuz, zaman yönetimi, yapılacaklar listesi ve bu listenin altında ezilmekle sürüp giden yılların izinden "aslında ben bu çalışma işini o kadar da sevmiyormuşum, deli deli yapmışım kendimi" farkındalıklarıyla, sakin sakin bir çalışma ve iş temposu kurgulamak üzerine şekilleniyor.
Ve tabii zaman, üzerine saatlerce konuşulacak bir konu. Ben politik eleştiri kısımlarını kısa tuttum, ama ileride talep olursa bunu da konuşuruz, seve seve.
Bölümde tavsiye ettiğim diğer bölümler: Hayatı Kaçırıyor Olabilir miyiz? ve Carpediem vs Kontrol Manyaklığı adlı bölümler. Zaman, çalışma, tükenmişlik sendromu, her şeye yetişme ve geride kalmışlık hisleri çerçevesinde bu iki bölüm.
Bölümde bahsettiğim kitap:
Marc Wittmann, Hissedilen Zaman: Zamanı Nasıl Deneyimleriz?
Gabor Mate'nin konuşmasını bulamadım, ama instagram reels içeriğini buldum ararken, onu da bırakıyorum size
https://www.instagram.com/reel/C6TO4AyNn_f/?igsh=amNkMWkxOWh4ejZq
Sonraki bölümde görüşmek üzere :)
-
Eğer hiç engellenmemiş olsaydım, kendim olma yollarım hiç tıkanmamış olsaydı bugün kim olurdum ve nasıl bir hayat yaşıyor olurdum, acaba? diye düşünürken meselenin düğümlendiği nokta yine utanç. Olduğum kişiden beni utandıra utandıra ben olmak'tan alıkoymuşlar beni. Muhtemelen hepimiz gibi yani. Bu bölüm bunları konuşuyoruz ve kim olmak istediğimle ilgili kararları mercek altına alıyoruz. Konumuz da doğrudan yazmakla ilgili. Yazarak dönüşmek. Ve hep bir hikaye anlatmak, kendi hikayenin yazarı olmak deyip duruyorum ya size... Gerçekten yazmak ve iyileşmek arasındaki ilişkiye değinelim istedim ve tabii işin felsefesine. İnsan neden yazıp çizer? Sanat yapıp rahatlamak için mi başladı bu serüven, yoksa bir ihtiyaç meselesi miydi? İnsanlığın ayak izlerini takip ederek bir yandan benim geçmişimin izlerinden gidiyoruz ve nasıl yazarak iyileşebileceğimizi konuşuyoruz.
Kaynak olarak,
Derrida-Platon'un Eczanesi tavsiye edilir.
Aralarda bir yerlerde markamsı isimler geçtiği için #reklam diyeceğim ama hiç reklam yok :)
Sonraki bölümde görüşmek üzere :)
-
İçindeyken görememek hakkında konuşuyoruz bu bölüm ve bu şey gibi: Çamura batmışsın bir bataklıktasın ve çıkmak için debeleniyorsun ama canhıraş bir debelenme hali. O bataklıktan çıkmak için bir şeye tutunman ve güç alman lazım, hayatta kalmak için oradan kurtulman lazım bir şekilde. E tabii bir yandan da bataklığın içinde ölüm kalım savaşı verirken, insan göremiyor üzerine ne kadar çamur, pislik bulaştığını. Yani orada geçirdiğin zaman boyunca ne kadar kirlendiğini ve üzerine yapışan lekeleri görmüyorsun çünkü algın orada değil. Malum ihtiyaçlar hiyerarşisi, önceliğin hayatta kalmak. İşte bu kaygıdır varoluşsal kaygı denen şey. Ama kaygı ve panikle, telaşla bir yerlere kaçışıp koşturmaya çalışırken, orada debelenme halinde kendini daha çok batırırsın, bataklıkta dibe çökersin iyice. Oysa bir sakinleşip etrafa baksan, başka bi görme haline geçsen ve neyin içinde olduğunu anlamaya çalışsan, belki de sağlam kökleri olan bir ağacın sarkmış dalına tutunup güç alabileceksin. Ve çıkacaksın o balçık havuzundan. Sonra da "oh be rahatladım, hayattayım, güvendeyim", diyerek; bir anda tüm o zaman boyunca ne kadar pisliğe bulandığını farkedip, tüm o üzerine bulaşan çamuru, kiri pası, yüzüne bulaşan o lekeleri temizlemek için harekete geçecek ve arınacaksın. Nihayetinde de o bataklıktan uzaklaşacak ve kendi yolunda yürümeye devam edeceksin. Önemli olan yolda olmak, yolda başına neler geldiği değil; ama başına gelenlerden çıkardığın anlamlarla yolunu yürümeye devam etmek.
Ve tabii bunu felsefeyle yapmak. Sanırım Beyhan Budak'tan duymuştum bu sözü: Çok fazla psikolojiyle ilgilenmek psikolojini bozabilir, daha çok yaşamak lazım, hayatı kaçırmamak lazım, diyordu bir konuşmasında. Bunu felsefeyle yapmak ve felsefe yaparak yaşamak lazım, diye ekliyorum ben de. Çünkü felsefe, sıkışıp kaldığımız durumlarda, hareket edemediğimiz ya da ne yapacağımızı bilmediğimiz zamanlarda bize anlamlarımızı ve değerlerimizi inşa etmemize yardım ederek, yön duygumuzu geliştirmemizi, rotayı nereye doğru çevirmemiz gerektiğini hatırlatır bize.
O yüzden bu bölüm "iyi ki felsefe" ve "canım felsefe" şeklinde gelişip, bir anda kendimi felsefe överken bulduğum bir bölüm oldu. Geçmişimin izlerini sürüp "ben kimim" sorusuyla hesaplaştığım sırada bana yönümü bulmama yardımcı olduğu için.
Bölümde bahsettiğim podcast yayınını etik olması açısından burada belirteyim: Merdiven Altı Terapi (Deniz Dülgeroğlu) Fakat, ne işin kendisi ne de işi yaratan sevgili Deniz Dülgeroğlu'yla ilgili kişisel bir eleştiri/yorum olmadığını özellikle belirtmeliyim. Bilakis, yaptığı işi çok değerli buluyorum. Türkiye'de terapi farkındalığı oluşturmak ve özellikle bir kadın olarak kendi emeğiyle başarı inşa etmek takdir edilesi. Benim söz konusu eleştirim psikolojizme yani psikolojik süreçlere indirgeme üzerindeydi. Dinleyenler bu detayı kaçırmayacaktır zaten, fakat etik sorumluluk olarak belirtmek istedim.
Bölümde bahsettiğim kitap önerisi, Nermi Uygur-Yaşama Felsefesi ve
Bölümde bahsettiğim araştırmaya ilişkin açıklama: 1938 yılında başlayan ve günümüzde hala süren bir çalışma, ilgilendikleri soru da "Mutlu bir hayatın formülü/formülleri" üzerine düşünen Harvardlı bilim insanları tarafından başlatılmış. (Bu arada 2000 küsür yıl önce bu soruya cevap verenler de filozoflar ve araştırma sonuçları hala felsefecileri doğruluyor biz hala bir şeyleri keşfetmeye çalışıyoruz insanlık olarak, KOCAMAN BİR LOL)
Bu araştırmaya ilişkin sonuçları internette her yerde bulabilirsiniz, çok ünlü bir çalışma zira. Ama ben şu kaynağı önermek isterim ilgilisine: Robert Waldinge, Marc Schulz - The Good Life: Lessons from the World's Longest Scientific Study of Happiness
Sonraki bölümde görüşmek üzere, hoşçakalın :)
-
Sıkı tutunun türbülansa giriyoruz. Size "geçmiş geçmişte kaldı, geçmişi bırakın şimdiye ve şu ana dönün akışta kalın, şimdiye bakıp geleceğinizi yaratın, durmayın ve çok çalışın sürekli çalışın hatta nefes bile almayın" diyenlere ben de inandım istemeden ama anladım ki bizi çok fena kandırmışlar. Sırf bugüne ve dünyanın bizden taleplerine ayak uyduralım, uslu çocuklar gibi itaat etmeyi sürdürelim diye. Ama geçmişin geçtiği falan yok, hatta tersine bizzat "ben" geçmişimin izleriyim. Ve tüm o izlerin, kötü anıların peşinden gitmeye karar verdim. Kendimin peşindeyim çünkü. Kendimin peşinde, geçmişimin izini sürüyorum ve tıpkı bir avcı gibi belleğimdeki acı dolu yaraların izdüşümlerinin peşinden gidiyorum. Çünkü, boşluğumdan kaçmaya çalışırken yaptığım şeyin boşluğuma kaçmak olduğunu farkettim ve tüm bu zaman boyunca da boşluğuma kaça kaça boşluğumdan taşmaya başladım. Boşluğumda daha fazla kaçabileceğim ve beni taşıyacak yer kalmadığıyla yüzleşince de o boşlukta bana ait olmayan, benim ben olma yollarımı tıkayan irili ufaklı utanç parçacıklarıyla hesaplaştım. Şimdi biliyorum artık, anladım. Kim olmadığımı ve kendime bu çivisi çıkmış dünyada olmak zorunda olduğumu dayattığım ama bunu yaparken bile farkında olmadan, olmaya sürekli direnip, olmaktan kaçtığım, benimle ufacık dahi bağı olmayan sahte benliğimle tanıştım. Müsaadenizle ben artık o sahteliğime saklanmayı bırakıyorum ve boşluğuma gömdüğüm o sandıktaki utancıma bakmaya cüret ediyorum. Beni utandıran ama utandırılmayı hiç de hak etmediğim tüm o anlamsız acı dolu anları tek tek yeniden anlamlandırıyorum. Ve olduğum kişiyle barışıp kendi hikayemi yazmaya devam ediyorum. Büyük bir utançla değil onurla takdim ediyorum kendimi kendi hayatıma. Nasıl mı yapıyorum bunu? Oynat bakalım!
Bu bölüm utanç hakkında konuşuyoruz.
Hem felsefi temelleriyle ve sosyal bilimler tarafından bilgilerle destekleyerek, hem benim kendi kendimi izleme sürecimdeki hikayelerim üzerinden, hiç hak etmediğimiz utançlarımızdan özgürleşmeyi konuşuyoruz. Saklanmak zorunda hissettiğimiz ama hiç de saklanmak zorunda olmadığımız boşlukla yüzleşiyoruz.
Neredeyse tüm kötü, acı dolu duyguların merakla incelendiğinde aslında ne kadar güzel duygulara dönüşebileceğini de görüyoruz.
Hep söylerim, iyi şeyler emek ister, zaman alır. Ama umut her zaman vardır ve o güzel şeyler çabalarımızla gerçekleşir.
Utancımıza kaçmak yerine umudumuza sarılarak, utançlarımızdan özgürleşme hakkımızı birlikte elimize alalım gelin.
-
Kendi hayatınızı inşa etmeye çalışırken kişisel gelişimcilerin lafına uyup da "içindeki çocuğun hayallerine tutunmak" gibi tavsiyelerin yolundan giderseniz eğer, çoğunlukla içinizdeki ihtiyaçları görülmemiş ve acı içinde kıvranan, kontrolsüzce her şeyi kontrol etmeye ya da her şeye sahip olmaya çalışan çocuğun istek ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışır ve haz bağımlısı olursunuz. Çünkü çocuk gerçekten ne istediğini ve kim olduğunu bilmez. Ama, kendinizi yaratırken o çocukça merakla deneyimlerinizin izini sürerek "neyi yapmaktan keyif aldığınızı" sorgular ve benliğinizle temas ederseniz, o zaman kendinizi yaratmak adına kuvvetli bir adım atmış olabilirsiniz. Kendi hikayesine sıkışmış çocuğun merakı engellenmemiş olsaydı, neleri gerçekleştirmek isterdi acaba, diye sormakla "içimdeki çocuk şu anda ne yapmamı istiyor" diye sormak aynı şey değildir. Ve üzgünüm, içinizde yaşayan bir çocuk artık yok. O çocuk büyüdü ve siz oldunuz, çoğunlukla da yaşayamadığınız çocukluğunuzla hem de. Ama içine sıkıştığınız hikayedeki önemsiz bir figüran olmak yerine, hikayenin bizzat yaratıcısı olmak hala mümkün. Sadece bazı cesaretli adımları atabilmek ve gerçekliğin insanı savunmasız bırakan acılarıyla yüzleşebilmek gerekiyor bu yaşamı neşeyle yaratabilmek için. Konu başlıklarını şöyle özetleyeyim:
içimdeki çocuk / yaşım çocuk dil-düşünce-söylem varoluşçuluk üzerinden "insan nasıl yaşam sanatçısı olur" radikal kararlar alırken nelere dikkat etmeliyiz/radikal kararlar almalıyız/bir karar nasıl alınmalı? felsefe bize nasıl bu yolda eşlik edebilir? yaşım çocuk, diyerek kendimi nasıl yaratırım bütün bunlar hem aralarda teorik bilgilerle hem benim son dönem yaşadığım varoluşsal krizler ve farkındalıklarım çerçevesinde deneyimlerim üzerinden gelişti. Ve aslında son zamanlarda içinde debelenip kendimi çıkarmaya çalıştığım buhranların sonundaki aydınlanmalarımın özet versiyonu gibi oldu. Bu yanıyla, dinlerken sanki kendimi tekrar ediyormuşum gibi görebilirsiniz, ama aslında öyle bir tekrar değil de daha ziyade farkındalığına ulaştığımı söylediğim bu bilgileri gerçekten pratikte kullanmaya başladığım, yani "o çocuğa büyümeyi ve sınırları öğreteceğim" derkenki teorik bilgileri uyguladığım bir örnek hikaye ve nasıl davranarak bu kararı sürdüreceğimin özeti oldu.Bu arada bu yolda benimle olmaya devam edeceklere kocaman bir teşekkür bırakıyorum buraya. Ve tabii ki yorumlarınıza ve eleştirilerinize, taleplerinize açığım.
Sevgili Mabel Matiz'in en sevdiğim şarkılarından biridir "yaşım çocuk" ve bu bölüme ilham veren şarkı, diyebilirim. Bu şarkı benden size gelsin :)
Sonraki bölümde görüşmek üzere, hoşçakalın :)
-
Kendinizi en son ne zaman evinizde hissettiğinizi hatırlıyor musunuz? Gerçekten buralara ait olduğunuzu, buralarda bir yerde güvende hissettiğinizi... Ben çok uzun bir zamandır kendi kendime bunları düşünüyorum ve evimde hissedebilmek için içinde olduğum yerlerden kaçıp kendimi kurtarmaya çalışarak geçirdim hayatımın çok uzun bir dilimini, ama farkettim ki kaçmaya çalıştığım şey, yüzleşmekten korktuğum kendimmiş. İnsan kendisiyle karşılaşmadan bu dünyada gerçekten de evinde ve güvende, rahat hissedemiyormuş. Ve neredeye gidersen git, benlik denen duyguyu bedeninle beraber kendinle götürdüğün için, onunla barışmadan ait hissedemiyormuşsun. Ama benliğimdeki korkunç yaralarla yüzleşip, çok emek vererek aslında olmaya çalıştığım ve olduğumu sandığım kişi olmadığımı anlayıp, önce onunla savaşıp onu yok etmeye çalışsam da artık onunla barıştığım ve olmasını istediğim kişiyi yaratma sorumluluğunu, bu benlikle birlikte yürüyerek almam gerektiğini hatırladım. Bu hatırlamalarla birlikte, olduğum kişiden duyduğum acıyla, mutsuzluğumla barıştığımdan beri keyfim yerinde ve kendimi buraya ait hissediyorum. Çünkü kendimle güvende olabilmeyi öğrendim.
Bu bölümde kaçıp gitmek ve her şeyden kurtulmak arzusuyla birlikte evinde hissetmek meselesini konuşuyoruz. Ve podcast günden güne hızlıca büyümeye başladığı için girişte bazı açıklamalar yaptım. Zaten kaydı dinlemeye başladığınızda farklı olan bir şeyler olduğunu fark edeceksiniz. Dedim ki "ben değişiyorum, zaman geçtikçe dönüşüyorum, yaptığım işlerde de değişiyor bir şeyler yaşamımla beraber." Madem öyle, bazı güncellemeleri yapayım.
Özel olarak kaynakça eklemiyorum, bu bölüm tamamen deneyimsel ve önceki bölümlerin devamı olarak geliştiği için. Sadece Adam Philips'in Kaçırdıklarımız adlı kitabından söz ettim.
Yeni bölümde görüşmek üzere, kendinize iyi bakın :)
-
Hayatımın iplerini elime alabilmem için nerede durup nerede yola devam etmem ve tüm bu kritik anlarda nasıl davranmam gerektiğini öğrenmem gerekiyordu. Ben de yolgeçen hanına dönmüş sınırlarımı gözden geçirip yeniden başladım.
Tıpkı bir çocuğun yürümeyi öğrenmesi gibi, minik ama kararlı adımlarla kendi yolumda yürüme cesareti gösterdim. Düşe kalka, hata yapa yapa... bi çocuk ilk düştüğünde sırf düştü diye korkusuna yenik düşseydi yürümeyi asla öğrenemezdi ama bir ayağını öbürünün önüne atma cesareti göstere göstere öğrendi yürümeyi, biz de böyle böyle büyüdük aslında ama O çocuk, nereye doğru ne kadar sert ya da yumuşak adımlar atması gerektiğini bilmiyordu, çünkü bugüne kadar öğrendiği her şey onu "kendisi olmayan" birine dönüştürmüştü. Büyüdü ama yaşamayı unuttu yani büyürken. O çocuk, yeniden büyümeyi ve kendini yetiştirmeyi, yani yaşamayı öğreniyor artık.
Bölümde, Eylem Tok ve ebeveynlik hakkında gelişen akışta bahsettiğim tweet serisi için https://x.com/cihancelik3/status/1769316253888307543?s=46&t=v4Q69oNf5lIqPjiefGwzGQ bu linke tıklayabilirsiniz. Çocuğa doğru sınırları ve ihtiyaçlarını yönetmeyi öğretmek konusunda beni epey aydınlatmıştı açıkçası, kendi bildiklerim ve hatırlamam gerekenler noktasında (kendimin ebeveyni olmak adına)
Söz ettiğim kitap: Sınırlar (Dr. John Townsend & Dr. Henry iCloud)
Son birkaç bölümdür, kayıtlar çok uzun sürüyor ve düzenlerken elimden geldiğince kısaltmama rağmen 40 dk üstüne çıktık malsf, ama birçok açıdan ve deneyimlerimden ele alırken, akış böyle gelişiyor ve çok da müdahale etmek istemiyorum aslında. Ve bununla ilgili olumlu ya da olumsuz dönüş almadım henüz, buradan sorayım. Sizin için iyi mi böyle? Ve bu arada bunun dışında çok güzel dönüşler alıyorum ve günden güne büyümeye başladık. Bu beni çok mutlu ediyor, çok teşekkür ederim eşlik ettiğiniz için.
Sonraki bölümde görüşmek üzere :)
-
Vakti çoktan geldi ve geçip gidiyor aslında. Bir durup buna bakmamız lazım.
Özgürleşmek için önce kendi kendimizi cezalandırmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Kimse bir şey yapmıyorken bile biz kendi kendimize saldırdıkça nasıl daha iyi ya da daha özgür bir hayat yaşayabiliriz ki? Bu bölümde bunları konuşuyoruz. Ben de an itibariyle kendimi cezalandırmayı bırakmayı seçiyorum ve adım adım kendi hayatımın yollarında yürümeyi öğrenmeye başlıyorum, diyebilirim sanırım.
Ama baştan söyleyeyim, sancılı bir süreç. Çünkü kendini yeniden yaratmak için kendi kendinin doğum sancısını göze alabilmek gerekiyor. Ama inanın o sancıya değiyor.
Bu arada sözünü ettiğim kitap,
Alice Miller - Öfkeden Cesarete
Sonraki bölümde görüşmek dileğiyle :)
-
Bu bölüme "hızlandırılmış insanlık ve düşünce tarihi özet" bile diyebiliriz sanki... Bayağı detaylı bir bölüm oldu bu arada ama aklım hala anlatamadıklarımda. Neyse, talep gelirse ileride biraz daha üzerine gideriz bu konunun. Yani söz sizde :)
Önceki bölümde kaldığımız yerden devam ediyoruz ve modern yaşam pratiklerinin, hızlıca değişen hayatın ve yaşadığımız mevcut kültürün bizi neden hasta ettiğini konuşuyoruz.
Not: Hekim değilim, o yüzden son iki bölümde anlattıklarım tavsiye içermez. Farkındalık ve bilinç kazanmak adına paylaşıyorum bunları. Ve, herhangi bir tedavi durumunda başvuracağınız kaynak öncelikle hekimleriniz olmalı (ve tabii ek araştırmalar da yapabilirsiniz, benim gibi)
Kaynakça:
Dr. Ayşegül Çoruhlu, Her Yönüyle Bağışıklık
Dr. David Perlmutter & Kristin Loberg, Tahıl Beyin
Sinan Canan, İnsanın Fabrika Ayarları
Nicole Le Pera, Kendini İyileştirme İşi Nasıl Başarılır?
Ernest Becker, Ölümü İnkar
Zygmunt Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri
Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens
Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi
Dizi önerisi: Upload (bölümde bahsettiğim dizi)
-
Bu bölümde, önceki hafta konuştuğumuz gibi "modern yaşam ve hastalıklar" ilişkisine bir giriş yapacağız. Fakat, bu konu acayip kapsamlı olduğu için tek bölüme sığmayacağını farkettim. O nedenle giriş niteliğinde kendi hikayem üzerinden otoimmun hastalıklar, alerjiler, kırılganlık, zayıflık gibi insan olmamızın kendisinden kaynaklanan yani bedenli varlığımızdan kaynaklanan ve gerçekliğimiz olan konuları açıklıyorum.
Yani 28 yıldır, ama özellikle son 6 yıldır ne olup bittiğini konuşuyoruz. Bu biraz, beni tanıyın minvalinde de bir şeylere çıkıyor ama bu ikincil kazanç diyebiliriz. Önceliğimiz hikayem üzerinden meseleyi anlamak.
Dopamin eksikliği, kortizon yüksekliği, kendine saldıran bağışıklık sistemi... önümüzdeki hafta da kapsamlı olarak öncelikle kendi uzmanlık alanım olan felsefe ve sosyal bilimler üzerinden, sonra da biyoloji ve tıp literatüründeki karşılıklarıyla meseleyi inceleyeceğiz.
Bu hafta kaynak önermiyorum, kaynak bu bölümde daha çok benim lol
Ama haftaya bir sürü kaynakla geliyorum, beklemede kalın :D
-
Başlık hakkında çok düşündüm ve sonunda bu başlıkta karar kıldım. Çünkü birden farklı örnek üzerinden, aslında işlediğim tema genel olarak "kadınların korunmaya muhtaç varlıklar olması" söylemini şekillendiren yaklaşımlara karşı bir eleştiri oluşturmak ve bunun konuşulması gerektiğiydi. Özellikle bunu konuşma konusunda beni neyin/nelerin tetiklediğini zaten detaylıca açıkladım bölümde; hem karşılaştığım teorik örnekler üzerinden hem de kişisel hikayemle örtüşen ve beni rahatsız eden söylemler üzerinden. Özetle de bu bölümde kadınların korunmaya ihtiyacı olup olmaması meselesini tartışıyoruz doğal olarak. İki ayrı uç örnek üzerinden farklı perspektifler sunmaya çalıştım açıkçası ve asla bir "yargı" belirtmek ya da dayatmak gibi bir niyet yok bölümde. Yani elbette şahsi görüşlerim çerçevesinde "bu açıdan da bakılması lazım" mesajını işlemeye çalıştım ama "ben böyle düşünüyorum ve kesin olarak doğrusu budur" demekten ziyade, gelin bunu tartışalım ve bu konularda farkındalık kazanalım istedim.
Özellikle bu konu hakkında dönüşlerinizi merak ediyorum çünkü epey hassas bir konu ve yankı odalarında kendi sesimle kalmış olmak istemem.
Bu arada, bölümde de belirttim ama Feminizme Giriş 101 serisi adı altında doğrudan feminizmi anlatan bölümleri de bitiriyorum bu bölümle beraber. Ama tabii zaten önceki bölümlerde de yaptığım gibi yeri geldiğinde feminizm/toplumsal cinsiyet üzerinden eleştirilerimi yapmaya devam edeceğim. Çünkü feminizm benim için bir yaşam tarzı, öznesi olduğum bedenin yaşam mücadelesi ve dünya görüşü.
Bu arada bir dizi ve bir film örneği üzerinden işledim genel olarak bölümü. Bu yüzden marka kapsamında değerlendirilir mi bilmiyorum ama bu uyarıyı yapmam gerekiyor sanırım içerik üretici olarak. İkisi de #reklam sayılmaz, inceleme ve eleştiri içerir.
Keyifli dinlemeler diliyorum :)
- もっと表示する