Episoder
-
Cannes’da belirli bir bakış kısmında açılış yapan Kurak Günler, Queer Palm’a aday olmasından sonra yaşadığı medyatik olaylar sebebiyle de büyük ses getirdi. Bu durumun filmin başarısının önüne geçtiğini de söylememiz gerekir. Kültür Bakanlığı'nın yapım desteğini saçma bir nedenden dolayı geri çekmesi hiçbir şekilde mantıklı bir olay değilken hiçbir filminde çekildikten sonra senaryodaki gibi tıpatıp çıkmayacağını da söylememiz gerekir. Filme geçecek olursak Kurak Günler, kuraklık sorunu ve partizanlıkla çalkalanan bir kasabaya atanan genç dürüst ve mert bir savcı olan Emre’nin yaşadığı olayları ele alıyor. Ziyafet, soruşturma yeni gözaltılar ve seçim adında dört bölümden oluşan filmde görüntü yönetmenliği ve alışık olmadığımız şekilde tıpkı bir ana akım film temposunun oluşu göze çarpıyor. Bunun haricinde Selahattin Paşalı’nın ve Emin Alper’in en iyi performanslarını çıkarmış olduklarını söylemeden geçemeyeceğim. Yaklaşan seçim atmosferinde savcıyı yanına çekmek isteyen iktidar yanlısı grubun savcıya tuzak kurarak ve tehditle bunu yapması, gazeteci dostunun onu kurtarmaya çalışmasına karşın ikiliye yapılan homofobik ithamlar gerçekten yaşadığımız günümüz toplumunun küçük bir kasabadaki portresini çiziyor.
-
Masum’un ardından Bir Başkadır dizisiyle de dijital mecrada tanınırlığını iyice arttıran Berkun Oya, bizleri bu kez yazıp yönetmiş olduğu yeni filmi Cici ile buluşturuyor. Ansambl bir oyuncu kadrosuna sahip olan film; babaların ölümünün ardından köyden kente göç etmiş bir ailenin, yıllar sonra film çekimi için doğup büyüdükleri eve geri dönüp geçmişleriyle hesaplaşmalarını konu alıyor. Bırakın doğayı kardeşlerin birbirine yabancılaşmasını ve ortak bir hüznün acısının yıllar sonra deşarj edildiğine tanıklık ediyoruz. Film tıpkı Bir Başkadır’daki gibi dönem müziklerini karakterlerle birleştirmeyi ve dönem kavramını görüntüyle veriyor. Filmin en iyi özelliği karakterlerin oldukça derinlikli yazılmış olup bunu gerçekçi diyaloglarla bağdaştırıyor olması. Böylece Berkun Oya film boyunca kariyerli oyunculardan daha yüksek verim almış.
-
Mangler du episoder?
-
İranlı yönetmen Ali Abbasi'nin, İran’da 2000’li yılların başında yaşanan gerçek bir olaydan uyarladığı "Kutsal Örümcek" filmi, 75. Cannes Film Festivali'nde seçkideki filmlerden biriydi. Zar Amir Ebrahimi, bu filmdeki araştırmacı gazeteci rolüyle ''En İyi Kadın Oyuncu'' ödülünün sahibi oldu ve oyuncunun bunu fazlasıyla hakkettiğini söyleyebiliriz. Film, İran’ın Mehşed kentinde hayat kadınlarını geceleri motoruyla öldürüp hep aynı yere bırakan bir eski devrim askerinin şehre gelen bir gazeteci kadın tarafından takip edilme hikayesini işliyor.
-
Bu seneki Altın Portakal’da En İyi Film ödülünü kazanan Karanlık Gece, suçun kitleselleşmesini ufak bir kasabadaki sanatçı bir karakter üzerinden işliyor. Kasabaya orman mühendisi olarak atanan Ali’yle müzisyen İshak’ın arkadaşlığı, kasabalılar tarafından antipatik bulunuyor ve farklılıklara izin vermeyen çoğunluğun baskıları, galip geliyor. Film polisiye türüne kaymamak için çırpındıkça çırpınıyor. Oldukça psikolojik yönden derinlemesine bir gerilim yaratan film, yönetmenin Sonbahar filminden sonraki en iyi işi denebilir.
-
Selam ben geçmişi olmayan adam nasılsın? Gündemdeki filmleri incelemeye devam ediyoruz efendim bu bölümde ele alacağımız film The Gray Man
-
Reinaldo Marcus Green yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan bu ilham verici spor başarısı Richard Williams’ın perspektifinden kızları Venus ve Serena’nın nasıl doğuştan bir antrenör babayla büyüdüklerini ve başarının çok çalışmayla geldiğini anlatıyor. Genel olarak atmosferiyle fazla Amerikanvari ögelere sahip olsa da son yıllarda artık çok yapılmayan türden filmlerden birisi. Will Smith’in milyonuncu kez baba rolünü üstlendiği iş sonunda kendisine en iyi erkek oyuncu ödülünü 3.adaylığında getirdi. Ulan adam umudunu kaybetme filminde bile alamadı bunda kazandı gerçekten ilginç bir olay her neyse. Filmde daha çok Venüs Williams’a odaklanıldığını söylesek yanlış olmaz. Filmimiz İdealleri yolunda hiç vazgeçmeyen ve oldukça ben bilirim havalarında bir babanın varını yoğunu ortaya koyarak compton gettosundan çocuklarını nasıl dünyaca ünlü birer atlet yaptığını ana eksenine alırken aile draması ve arka alanda siyahi bir Amerikalı olmanın getirdiği zorlukları da işlemeden geçmiyor.
-
Babasından ayrı büyüyen birinin kendisinden yaşça büyük baba mizaçlı bir adama kanması ve ona karşı olan Stockholm sendromu vari tavırlarıyla beraber harap olan ama aynı zamanda yaşadığı olaylardan ilham alıp arabesk türünün en önemli eserlerini vermiş olan bir şarkıcının hikayesi güzel işleniyor. Ben şahsen Berrgen'i kezzap olayı harici ne sanatçı kişiliğini ne de hikayesini tanırdım o açıdan filmin bunu gayet iyi aktarabilmiş olduğunu söylemek gerekir. Filmde en beğendiğim detay Müslüm'ün aksine filmin tarafsız anlatılıyor oluşuydu. Bu filmde isteseler inanılmaz bir Feminizim propagandası yapıp şak diye 8 martta salonları patlatabilirlerdi ama bakıyorsunuz Bergen’i canlandırmış olan Farah bile ufak bir teşekkürle naif bir şekilde yetiniyor. Yani film gerçekten Bergen'in başına gelen her şey bu adamın suçuydu demiyor Bergen'e de önünde kaçıp gitmesi için bir sürü fırsat varken bunu neden yapamadığını sorgulatıyor.
-
Dc’nin Jokerden sonra devam ettiği scorsese vari eski tip kült suç, dram Film The Batman’in isterseniz gelin bir sinopsisine bakalım. Henüz 2.yılında olan Batman, ailesinin başına gelenlerden sonra şehri Gotham’ı intikam duygusuyla korumak zorundadır. Zodiac vari şifreli katliamlar işleyip şehre korku salan Riddler’ın bulmacalarını polisle beraber çözmeye çalışan Batman, Ailesi ve kendi kimliği ile ilgili gerçek olabilecek hikayelerin ortaya çıkmasıyla beraber mental problemler yaşar. Bu esnada alt üst olmakta olan şehri kurtarması gerekir ancak bunun tek yolunun intikam duygusuyla değil içten ve doğru bir şekilde yapılması gerektiğini çok ciddi bir şekilde kavrar.
-
Her sabah tekrar tekrar aynı rutini uyanan Guy bir gün bu döngüsünü kıracak biriyle karşılaşır ve yaşadığı hayatın gerçekliği üstüne bir şok yaşar. Kendisi bir oyunun içindeki Npc’dir ve yaşadığı evreni kurtarmak zorundayken varoluşsal sancılarıyla da baş etmelidir.
-
Marvel evreninin 4.fazının 2.filmi olarak karşımıza çıkan Shang-Chi 10 güç yüzüğünün hikayesini Çin kültürünü harmanlayarak işleyip bir Süperkahraman origin hikayesi anlatıyor. Hem Çinli izleyicileri mutlu edip o gişede başarılı oluyor hem de bize farklı bir kültürün öğelerini kendince göstermiş olmuş bir iş. Filmin ilk yarısı oldukça yavaş ve eski efsaneler anlatısı tadında ilerlerken olaylar ikinci yarıda bir dövüş filmine dönüşüyor. Marvel’ın şimdiye kadarki en iyi dövüş sahneleri mi derseniz, birçok kişi aynı fikirde ancak onun harici filmde hiçbir şey yok efendim. Ama bir tek Asyalılar mı şu dövüş sanatlarını becerebiliyorlar inanılmaz doğrusu. Jackie Chan filmlerinin Marvel’a dahil olduğunu görüyoruz bir nevi. Marvel artık bir evren kurmayı hedeflediği için sinemada daha önce tutmuş olan bir sürü popüler ögeyi oluşturdukları yeni karakterlere eklemeyi ihmal etmiyorlar ve bu durumu iyi analiz ettikleriyse aşikar. Babasından ayrı olan Oğul’un kardeşinden aldığı bir mektupla beraber kendisini bulma ve kaderini gerçekleştirme hikayesini anlatan kahraman yolculuğu filmi oldukça standart bir hikaye işlenişine sahip.
-
David Lowery’nin merakla beklenen son filmi Yeşil Şövalye, tür düello ekseninde, fantastik bir ortaçağ hikâyesi anlatıyor. ‘Sir Gawain ve Yeşil Şövalye’ isimli bir 14. yüzyıl İngiliz şiirinden uyarlanan film, bu anonim eserden çokça yararlansa da, Lowery’nin yönetmenliğini konuşturduğu büyüleyici bir masalla beraber kahramanın yolculuğunu işliyor.
365 derece dönen kamera mı dersiniz, alan derinliği, plan sekans, uzun plan, geniş açı… say say bitmiyor teknikler nasıl bir iş bu. Hikayesi çok fazla ilgi çekmeyen işin bizlere yeni bir şey sunmayan ortaçağ hikayesini daha bireysel işliyor ve adından söz ettirmekle derdi olan bir şövalyenin kendi hikayesini bulmasını ve kişiliğini oluşturmasını anlatıyor. Dönüşüm gerçekten uzun sürede ve kapsayıcı bir şekilde gelişiyor. Arhur’un efsanesinin bir yan öyküsü gibi olan filmin o kadar çok evrensel öyküye referansı var ki bunları yakalamak için bir kez daha izlemek gerekiyor.
-
Asghar Farhadi’nin Bu sene Cannes’da Büyük Ödülü aldığı Film Kahraman, Bize sokakta her gün görebileceğimiz bir insanın son derece entrikalı ve çatışmalı hikayesini anlatıyor. Hikayeyi kısaca özetleyecek olursak Rahim, ödeyemediği borçları yüzünden hapse atılmıştır. İki günlük izin sırasında eski Kayınpederinden, borcunun bir kısmını ödemesine karşılık şikayetinden vazgeçmesini ister. Kayınbabası bu durumu kabul etmeyince Rahim enteresan bir çözüm yolu bulur ve kendisi bir anda halk kahramanı olmuş bulur, olayların iyice karışmasıyla beraber Rahim çok ciddi bir ikilem içerisinde kalır.
-
Wes Anderson’un bu seneki Cannes film festivalinde prömiyerini yaptığı Fransız postası öylesine araya sıkıştırılmış dev kadrosuyla bunların bazılarını sayacak olursak:Tilda Swinton, Benicio del Toro, Frances McDormand, Léa Seydoux, allahın cezası her filmde oynayan Timothée Chalamet ve Jeffrey Wright beraber teknik açıdan oldukça kuvvetli bir 20.yüzyıl gazetecilik tarihi hikayesi anlatıyor. Bir gazetenin son sayısını çıkartırken yaşadığı olayları o gazetede çalışan 3 ayrı kişinin hikayesiyle anlatan film ilginç bir serüven izletiyor. İlk hikayenin işlenişi her ne kadar iyise de son iki hikaye oldukça normal ve meraklandırmayan bir yapıya sahip. Oyuncuları yüksek oynatmayı seven bir yönetmen olan Wes Anderson’un bu filmdede karakterlerini tanıtıp bu bölümler aracılığıyla oyuncuların filmden bir adım öteye geçerek kendi performanslarını sunmalarına fırsat tanıyarak farklı türden gazete haberlerini örneği yemek dünyasından politikaya bazen de sanat dünyasına dair yorumlarına, eleştirilerine yer vermesi gerçekten güzel bir seyir zevki sunuyor.
-
Usta yönetmen Paolo Sorrentino’nun kendi hayat hikayesinden ilham alarak karşımıza sunduğu The Hand of God henüz 17 yaşındaki bir çocuğun hayatını kurmaya çalışırken yaşadığı kalp kırıklarını ve enteresan olaylar zincirini karşımıza çıkarıyor. Sürreal gerçekçilikle yaşadığımız dünya iç içe geçmiş şekilde çok da rahatsız etmeyerek filmimizin kurgusu içerisindeki yerini alıyor. 120 dakikayı aşkın süresiyle rahatlatıcı bir doğallık yakalayan filmin belki de en güzel kısmı bir karakterin hikayesini anlatırken arka alanda ailenin geri kalan üyelerinin de yaşadığı sıkıntıları ve çatışmaları çok güzel anlatıyor oluşu. Uzun planları ve alan derinliğinin sık kullanılması gibi gerçekçi ögeler barındıran filmin doğallığını en çok görüntüyle yakaladığını da söyleyebiliriz.
-
Selam Ben Geçmişi Olmayan adam nasılsın? Film incelemelerimize devam ediyoruz efendim. Bugünkü Filmimiz Matrix Resurrections.
Yönetmenliğini Lana Wachowski’nin yaptığı Resurrections, serinin uzun yıllar sonra çekilen 4.filmi olarak karşımıza çıkıyor. Büyük beklentilerle beklenen iş, adeta ilk 3 filmin en iyi sahnelerinin karıştırılıp önümüze karman çorman bir şekilde çorba olarak sunulması şeklinde denilebilir. İlk yarısıyla umut vaat eden işin devre yarısından sonra adeta uçuruma sürüklendiği ve Belki de Matrix’i Matrix yapan özgün aksiyon sahnelerinin neredeyse hiç olmayışı ve akla hayale sığmayacak mantık hataları, filmin eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmasına sebep olmuştu. Bu kadar ertelenen bir filmin neden daha iyi bir kurguya sahip olamadığıysa eldeki malzemenin boca edildiğinin büyük göstergesi olarak Warner Biraderlere yazar.
-
Bir Tat Bir Doku, CMYLMZ ve Fundementals’tan sonraki Stand’up’ı Diamond Elite Plus onların aksine Dijital bir platform olan netflix'de karşımıza çıkıyor. 96 dakikalık makul bir süreye sahip olan şov Cem Yılmaz’ın eskisi gibi olmadığını bildiğimiz bu dönemde hala gösterilerinde filmlerine nazaran başarılı olduğunu gösteriyor. Gerek eski esprilerinin, gerek pandemi döneminde yapmış olduğu tespitlerin gerek kendisine ve komedi sektörüne yapmış olduğu mantıklı ve içgörülü eleştirilerle keyifli bir performans ortaya koyuyor. Genel olarak, nostalji konusunu, kuşak çatışmasını, z kuşağını yakalayamamasını, yaptığı tatilleri halktan biri gibiymişçesine bir üslupla anlatarak, her zamanki gibi çok tuhaf yerlerden ilginç espriler çıkarıyor.
-
Bugünkü filmimiz Göğe bakma durağı sakinlerinin gözdesi Don’t Look Up. Baş rollerinde Dicapro ve Jeniffer Lawrence’ın muazzam uyumuna sahip, Altın kürede 4 ve Critics Choice’da şimdiden 5 adaylığı bulunan Netflix yapımı dev kadrolu film, post-truth çağında bilimsel gerçeklerin yerini kamu önderlerinin istediği şekilde şekillendirdiğini gösteren bir bilimkurgu kara komedisi. Politik filmlerle ön plana çıkan yönetmen Adam Mckay kara mizah tarzında; kökeninde Trump’ı, gövdesinde gözü doymayan hırslı kapitalistleri, medyayı, cehaleti absürdizmle eleştiren bir hikaye ortaya çıkartıyor.
-
Netflix yapımı olan The Power of The Dog, iki kardeş arasında geçen ufak bir çekişmeyi anlatırken bir yandan 1920’lerin anlayışıyla erkeklik ve iktidar olma arzusunun arasındaki dinamiği işleyip lgbt+ temasını da ufaktan değiniyor. Kusursuza neredeyse yakın olan sinematografi ve müzikler adeta biz izleyicileri ekrana kilitliyor. Benedict Cumberbatch’se hiç alışık olmadığımız tarzda bir rolle karşımıza çıkıyor ve ondan maço bir karakter izlemek gerçekten sınırları zorlayıcı bir performansı da beraberinde getirmiş. Filmin belki de en büyük sıkıntısı işlenişteki bazı olayların çok derinden vurmaya çalışarak seyirciye bir hayli uzakta kalması durumuydu.
-
Bu bölümde Last Night İn Soho filminini inceliyoruz.
Sinopsis:Büyük bir moda tasarımcısı olmayı hayal eden Eloise, hep hayali olan 1960’ların Londra’sına doğru maceraya çıkar. burada Sandie adında bir şarkıcının Jack’le değişen hayatını izlerken kendi hayatınıysa geçmiş gelecek ve rüyalar arasında bu hikayeyle iç içe geçmiş şekilde bulur.
- Se mer